> Engeloji : Sakat

Translate

Sakat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sakat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Aralık 2018 Pazar

2018 BİTERKEN...


Yeni bir yıla giriyoruz. Herkes gelecek yıl için beklentiler içinde... 2019 yılında herkes sağlık, mutluluk, başarı ve hayatında güzel gelişmeler olsun istiyor. Ben de bunlara ilave olarak yeni yılda engellilerin ve engellilik sorunlarının çözülmesini diliyorum. Çünkü, istatistiklere göre Türkiye nüfusunun % 10'u engelli. Bu hiç de küçümsenecek bir rakam değil.

2019 yılı geldi. Ancak engellilerin sorunları hala devam ediyor. Eğitim, istihdam, mimari engeller ve engellilere yönelik yanlış bakış açısı gibi bir çok şey... Hangisini sayalım? Say say bitmiyor. Oysa engelli olmak diğer bireylerle beraber yaşamaya engel olamaz, olmamalı... İşte bu yüzden bir an önce bazı şeylerin değişmesi gerekiyor.

Engellilerin de herkes gibi eşit haklara sahip olması için her alanda ve el birliği ile bir şeyler yapılmalı... Bir an önce engellilerin sorunlarına kesin çözümler getirilmesi, engelli haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanması gerekiyor. Tüm bunlar yapılmalı, sözde kalmamalı... Çünkü, bütün bunlar zor ve imkansız olan şeyler değil.



Engellilerin hayat şartlarını iyileştirilmesi konusunda güzel gelişmeler de olmuyor değil. Ancak engellilere olan yanlış bakış açısı bir türlü değişmiyor. Bu ön yargı maalesef her kesimde var. İşte öncelikle bu bakışın artık ortadan kalkması gerekiyor. Engelliye ön yargısız, acımadan ve küçümsemeden yaklaşılmalı... Yapılan bu iletişim yanlışı engelliler için en büyük engel...

Engelliyi engeli değil; engeli nedeniyle istenmemesi, küçümsenmesi, işe yaramaz görülmesi olumsuz yönde etkiliyor. Yani görünürde engel olan engel, zorlayan engeli değil! İstenmemek, küçümsenmek ve sevgiden mahrum kalmak çok daha zor geliyor. Ayrıca; sakat, aciz, kör, topal, dilsiz, kambur gibi sıfatlarla yaklaşmak en büyük yanlış...

Engelliler için herkes bir şeyler yapabilir. Engelli park alanlarına park etmemek gibi, engelli rampalarının önlerini kapatmamak gibi, ön yargı ile yaklaşmamak gibi,  engellilere acımamak gibi, onları küçümsememek gibi... Böylelikle belki bazı şeyler değişebilir. Engeller ortadan kalkabilir. 2019 yılında engelli farkındalığının artması ve engellerin kalkması dileğiyle...


ALİYE YÜCEL

8 Mayıs 2016 Pazar

ENGELLİ FARKINDALIĞI HAFTASI


10 Mayıs ile 16 Mayıs arası Engelliler Haftası... Bu haftada, Birleşmiş Milletlere üye olan ülkelerde engelliler hatırlanıyor ve engelli sorunları gündeme alınıyor. Dünyanın pek çok yerinde kutlanan bu haftayı "Engelli Farkındalığı Haftası" olarak görüyorum. Bu haftada yapılacak en önemli etkinliğinde engelli farkındalığının oluşturulması için çaba harcamak olduğuna inanıyorum. Bu konuda çalışmalar yapılmalı... Gerisi boş!

Bu haftada da her yıl olduğu gibi yine engelliler konusuna dikkat çekilecek. Çeşitli kurum ve kuruluşlarda etkinlikler düzenlenecek. Medyada da bu konu ile ilgili pek çok haberler yapacak. Yıllardır bu böyle sürüyor. Ancak "Bu yeterli oluyor mu? Bir faydası var mı?" derseniz. Cevap tabii ki "Hayır". Çünkü engellilerin sorunları, sıkıntıları devam ediyor. Çünkü, engelliye bakış sakat! Çünkü, engelliye bakış çok yanlış... Bu bakış olduğu sürece bu durumun değişmesi oldukça zor.

Engelliye bakış açısı artık değişmeli... Engelliye doğru bakış küçük yaşta kazandırılmalı... Bu nedenle anne, baba ve öğretmenlere büyük iş düşüyor. Çocuk engelliye acımamayı, küçümsememeyi, alay etmemeyi öğrenmeli... Ders kitaplarında engelli algısı doğru olarak anlatılmalı... Çocuk büyüdüğünde de engelliye ön yargı ile bakmamalı... Engelliye “sakat, aciz, cüce, topal, çolak, kör, sağır, spastik, kambur” diyerek yaklaşmaması öğretilmeli ve çocuk bunu bilmeli...


Engelli kişilerle iletişimde yapılan en büyük yanlış ön yargıdır. Engellilik negatif bir durum gibi görülmüştür. Engellilik negatif bir durum olmaktan çıkıp bir farklılık olarak kabul edilmelidir. Engelliliğin bir farklılık olduğu kabul edilip, ona göre davranılmalıdır. Herkes farklı bir özelliğe sahiptir. Engellilik de böyle bir farklılık olarak görülmelidir. Engelliye acımadan, küçümsemeden yaklaşılmalıdır.

Engelliler ve dolayısıyla Engelliler Haftası'nın ne zaman kutlandığı ve önemi kaç kişi umurunda bilemem. Ancak "Herkes bir engelli adayıdır...", "Engelliler de yaşamımızın parçası...", "Bizler de birer potansiyel engelli adayıyız..." gibi cümleler ve söylenen sahte dileklerde engellilerin umurunda değil inanın! Bu konuda duyarlılık olmayınca, empati yapılmayınca, söylenenler çok yersiz oluyor, anlamsız kalıyor.

Engellileri bir haftada hatırlamak, sadece bu haftada onların sorunlarını görmek ve sorunlara çözüm aramak yetmez. Hafta bittiğinde her şey yine aynı olacaksa bunun bir anlamı var mı? Bu nedenle her alanda bir farkındalık oluşturulmalı... Her alanda engelli kişilerin varlığı da düşünülmeli... Engelli olmak diğer bireylerle beraber yaşamaya engel olmamalı... Engelli farkındalığının artması ve engellerin kalkması dileğiyle...

ALİYE YÜCEL

16 Kasım 2014 Pazar

ALİ'NİN HİKAYESİ



Ali, tekerlekli sandalyede bir çocuk... Ateşli bir hastalık geçirdiği için her iki bacağı da tutmuyor. Bu nedenle hayatını tekerlekli sandalyede sürdürüyor. Bazı kimseler hayatını tekerlekli sandalyede geçiren kimseler için "tekerlekli sandalyeye mahkum" diyor. Oysa Ali bu tabirden hiç hoşlanmıyor. O hayatını tekerlekli sandalyede sürdürdüğünün bilinmesini istiyor.

Ali, küçük yaştan beri durumunun farkında ve bunu kabullenmiş bir çocuk... Yürüyemese de tekerlekli sandalyesiyle okula gidiyor. Günlük yaşantısında zaman zaman (mimari engellerden dolayı) zorlansa da yaşantısını sürdürüyor. Ailesi, arkadaşları ve öğretmeni onu çok seviyor ve yardımcı oluyorlar... Sınıfı okulun giriş katında, okulunun girişinde bir kaç basamak merdiven var. Bu nedenle Ali'nin okula başladığı yıl, tekerlekli sandalyesiyle rahatça girebilmesi için girişe rampa yapılmış... Ali, mutlu ve çok başarılı bir çocuk...

Genelde normal insanlar (!) bazen Ali'ye acıma ya da küçümsemeyle baksa da o kendisine  farklı bakmamalarını, ilk tanışmada herkese nasıl davranılıyorsa ona da öyle davranmalarını istiyor. Tekerlekli sandalyede yaşasa da ekstra bir ilgiyi ya da dışlanmayı istemiyor.



Tekerlekli sandalyede olduğu için “sakat, aciz" gibi etiketlerle, acıyarak yaklaşılmasını ve acıma hissi veren ses tonu ile konuşmalarını da istemiyor. Sonuçta birtakım engellere sahiptir olduğunu biliyor. Ancak o hasta ya da mutsuz olmadığının bilinmesini istiyor.

Ali, karşısında çok dikkatli ve özenli olmaya çalışanları hiç anlayamıyor. Diğer insanlarla nasıl konuşuluyorsa onunla da öyle konuşmalarını istiyor. Kelimeleri vurgulayarak veya yüksek sesle konuşmayı anlamsız buluyor, çünkü onun duyma sorunu yok! Ayrıca onun zeka ve algılama sorunu olduğunu ima eder gibi tane tane ve vurgulayarak konuşulmasını da istemiyor.

Tekerlekli sandalyede olduğundan dolayı ona yardım etmek amacıyla aniden atılmamalarını; onun yardım istemesini beklemelerini istiyor. Eğer yardım istiyorsa kendi söylüyor ve yardım edecek kişiyi kendi yönlendiriyor. Tekerlekli sandalyesine aniden yaslanılması ve dokunulması onu rahatsız edebiliyor.

Tekerlekli sandalyede olduğu için onunla konuşan kişinin tam karşısında, rahatlıkla göreceği şekilde durması gerekiyor. Sanıldığının aksine Ali engeliyle ilgili soru sorulmasından rahatsız olmuyor. Sadece soruyu samimiyetle, uygun bir dille sormalarını bekliyor. Kısaca Ali çok şey beklemiyor. Onu olduğu gibi kabullenmenizi istiyor.


ALİYE YÜCEL

14 Eylül 2014 Pazar

BEN EVLATLIK OLAMAM


Geçtiğimiz günlerde Müge Anlı'nın programında annesini arayan genç bir kadın, kızını arayan başka bir kadın, yine annesini arayan genç bir adam vardı. Bir şekilde çocuklar küçük yaşta ailelerinden ayrılmıştı. Şimdi ekran aracılığıyla onları bulmaya çalışıyorlardı. Gördüğümüz kadarıyla insanlar kaç yaşında olursa olsun, evlatlık olduğunu öğrenince gerçek anne ve babalarını merak ediyor ve arıyorlar.

Evlatlık konusu duygusal, sosyal, psikolojik bir konu... Belli bir yaşa kadar saklansa da bir şekilde öğreniliyor. Gerçek ortaya çıktığında ise evlat edinilen çocuk ve aile için zor bir süreç başlıyor. Bu konu ile ilgili pek çok haber yapılıyor. "Yıllar sonra annesini buldu", "Şu kadar yıl sonra evladına kavuştu" gibi. Hepsi de hüzün ve mutluluk dolu pek çok kavuşma... Hepsinin birbirinden ilginç hikayesi var.

Evlatlık olduğunu öğrenmek mümkünse bir insanın hiç öğrenmemesi gereken bir durum. Sanıyorum ki o andan itibaren evlat edinen aileye karşı hissedilen duygular oldukça karışır. Büyük bir yıkım... Hayal kırıklığı... Öz aileye bir kırgınlık...  Sonra öz aileyi merak etme... Eğer hayattaysa arama ve hemen bulma istediği... Birçok düşünce ve duygu karmaşası... Ben bütün bunları empati yaparak yazıyorum.


İlkokul çağlarındaydım. Mahallemizde bir arkadaşımızın evlatlık olduğu söylentileri çıkmıştı. Daha sonra da bunun doğru olduğunu öğrenmiştik. Bu bizi çok etkilemişti. Hepimiz şaşırmış ve üzülmüştük. Ortada şüphelenmemizi gerektiren bir durum da yoktu! Ailesi onun üzerine titriyor, çok iyi bakıyor ve çok seviyordu! Kendi aramızda bunu konuşuyor, "Nasıl olur, neden, niçin" sorularını soruyorduk.

Çocuklar için ilginç bir psikolojik durum olmalı ki... Arkadaşımızın bu durumunu öğrendikten sonra herkes ailesiyle olan benzerliğini sorguluyordu. Özelikle tek çocuk olan ve ailesindeki kişilere pek benzemeyen arkadaşlarımızın canı epeyce sıkılmıştı. Bir çoğu "Acaba ben de evlatlık mıyım?", "Ya ben de evlatlıksam?" diye düşünüp, üzülmeye başlamıştı. İşte bütün bunlar konuşulurken ben oldukça rahattım!

Yine bir gün bu konu konuşulurken çocuk aklımla arkadaşlarıma dönüp, büyük bir rahatlıkla "Ben evlatlık değilim buna eminim. Bu kesin... Siz düşünün." demiştim. Bana hemen "Nereden biliyorsun?", "Nasıl bu kadar emin olabilirsin?" diye sormuşlardı. Ben de cevap olarak onlara "Bir düşünün. Sakat bir çocuğu kim evlatlık olarak alır ki?" demiştim. Böylece arkadaşlarım hemen ikna olmuştu. Haklıydım! Anne ve babama benzeyen taraflarım olsa da benim çok daha önemli bir kanıtım vardı. Engelli olmak!

ALİYE YÜCEL




22 Aralık 2013 Pazar

MİNİK AHSEN'İN HİKAYESİ


Ahsen, tekerlekli sandalyede bir kız çocuğu... Ateşli bir hastalık geçirdiği için her iki bacağı da tutmuyor. Bu nedenle hayatını tekerlekli sandalyede sürdürüyor. Bazı kimseler hayatını tekerlekli sandalyede geçiren kimseler için "tekerlekli sandalyeye mahkum" diyor. Oysa Ahsen bu tabirden hiç hoşlanmıyor. O hayatını tekerlekli sandalyede sürdürdüğünün bilinmesini istiyor...

Ahsen, küçük yaştan beri durumunun farkında ve bunu kabullenmiş bir çocuk... Yürüyemese de tekerlekli sandalyesiyle okula gidiyor. Günlük yaşantısında zaman zaman (mimari engellerden dolayı) zorlansa da yaşantısını sürdürüyor. Ailesi, arkadaşları ve öğretmeni onu çok seviyor ve yardımcı oluyorlar... Sınıfı okulun giriş katında, okulunun girişinde bir kaç basamak merdiven var. Bu nedenle Ahsen'in okula başladığı yıl, tekerlekli sandalyesiyle rahatça girebilmesi için girişe rampa yapılmış... Ahsen, mutlu ve çok başarılı bir çocuk...

Genelde normal insanlar (!) bazen Ahsen'e acıma ya da küçümsemeyle baksa da o kendisine  farklı bakmamalarını, ilk tanışmada herkese nasıl davranılıyorsa ona da öyle davranmalarını istiyor. Tekerlekli sandalyede yaşasa da ekstra bir ilgiyi ya da dışlanmayı istemiyor.


Tekerlekli sandalyede olduğu için “sakat, aciz" gibi etiketlerle, acıyarak yaklaşılmasını ve acıma hissi veren ses tonu ile konuşmalarını da istemiyor. Sonuçta birtakım engellere sahiptir olduğunu biliyor. Ancak o hasta ya da mutsuz olmadığının bilinmesini istiyor.

Ahsen, karşısında çok dikkatli ve özenli olmaya çalışanları hiç anlayamıyor. Diğer insanlarla nasıl konuşuluyorsa onunla da öyle konuşmalarını istiyor. Kelimeleri vurgulayarak veya yüksek sesle konuşmayı anlamsız buluyor, çünkü onun duyma sorunu yok! Ayrıca onun zeka ve algılama sorunu olduğunu ima eder gibi tane tane ve vurgulayarak konuşulmasını da istemiyor.

Tekerlekli sandalyede olduğundan dolayı ona yardım etmek amacıyla aniden atılmamalarını; onun yardım istemesini beklemelerini istiyor. Eğer yardım istiyorsa kendi söylüyor ve yardım edecek kişiyi kendi yönlendiriyor. Tekerlekli sandalyesine aniden yaslanılması ve dokunulması onu rahatsız edebiliyor.

Tekerlekli sandalyede olduğu için onunla konuşan kişinin tam karşısında, rahatlıkla göreceği şekilde durması gerekiyor. Sanıldığının aksine Ahsen engeliyle ilgili soru sorulmasından rahatsız olmuyor. Sadece soruyu samimiyetle, uygun bir dille sormalarını bekliyor...

 ALİYE YÜCEL

10 Kasım 2013 Pazar

HANDE YENER SAKAT MI?


Hande Yener'i bilirsiniz... Tanırsınız... Ama belli ki o bizi, yani engellileri hiç bilmiyor, iyi tanımıyor! Tanısa bu saçma kelimeler ağzından çıkar mıydı? "Kör müyüm? Topal mıyım? Sakat mıyım? Yaşlı mıyım yaaa? Tabi ki sevgilim var..." Şarkıcı Hande Yener'in "Sevgiliniz var mı?" sorusuna hiç çekinmeden, rahatlıkla verdiği cevap işte bu...

Magazin muhabirlerinin sıkça sorduğu bir sorudur: " Hayatınızda biri var mı? Sevgiliniz var mı? " Bu soru geçenlerde Hande Yener'e de sorulmuş...  O da bu soruyu "Evet var", "Hayır yok" diye cevap vermek yerine ilginç ve saçma bir açıklamayla cevapladı. "Sakat mıyım? Kör müyüm? Topal mıyım? Yaşlı mıyım yaaa? Tabi ki sevgilim var..." Tesadüfen gördüm, duyunca da çok şaşırdım, inanamadım.

Anlıyoruz ki Hande Yener'e göre; kör, topal, sakat, yaşlı olanların sevmeye ve  sevilmeye hakkı yok. Bunu söyleyen yeni yetme şarkıcılardan biri olsa; hiç üzerinde durmaz, gülüp geçerdim. Ancak bu yaşta, üstelik boyunca bir çocuğu olan bir kadın söyleyince, insan ister istemez çok şaşırıyor ve üzerinde de düşünüyor. Çok garip... Hiç engelli bir çift görmedi mi? Oysa pek çok örneği var...

Kör, topal, sakat birinin sevgilisi olamaz! Böyle biri kimseyi sevemez, kimse de onu sevemez... Sevmek ve sevilmek için genç, güzel, elinin ayağının düzgün olması gerekir! Engelinle baş edebilirsin, pek çok işi başarabilirsin. Ama birini sevip, sevilemezsin. Neden? Engellisin! Hande Yener böyle biliyor... Ama çok yanlış biliyor. Engelli olmak sevmeye, sevilmeye engel olabilir mi? Sevmek kalp, beyin ve ruh işi değil mi? Peki kendisi bundan sonra engelli olsa sevip, sevilmeyecek mi?


Bu cevap engelliler üzerindeki bir yargıyı ortaya koymuş oluyor. Engelliye toplumumuzda nasıl bakıldığını gösteriyor. Evet pek çok kişi böyle düşünüyor. Hande Yener bunu açıkça dillendiriyor. Engelliler toplumda normal dışı olarak algılanmış ve medyada da genellikle böyle sunulmuştur. Gördüğümüz baskın görüntüler, engellilerin başarısız ve trajik bir yaşam sürdükleri… Normal olmanın ve normal bir hayat sürdürmenin “engelli olmamaktan” geçtiği!

Ülkemizde maalesef engellilerle ilgili algılama ve tanımlama yanlışlığı yaşanıyor. Genelde normal insanlar (!) engellileri, korku, acıma ya da Hande Yener gibi küçümseme unsuru olarak görebiliyor. Maalesef engelliye böyle bakıldığı sürece onların hayatı zorlaşıyor. Onlar günlük hayatta yaşadığı her türlü engelin üstesinden gelebiliyor. Ama toplumun bu yanlış bakışı engellilerin hayatını çok güçleştiriyor.

Engelliler pozitif ya da negatif ayrımcılık yapılmadan, olduğu gibi kabullenilemez mi? Hande Yener ve onun gibi düşünenler; eksik sandıkları, eksik saydıkları insanlara tam bakamaz mı? Engellileri küçük düşüren ve rencide sözlerden kaçınmak çok mu zor? Belki de sakat, kör, topal olanların değil; Hande Yener ve onun gibi düşünenlerin sevmeye, sevilmeye hakları olmamalı...


ALİYE YÜCEL

5 Mayıs 2013 Pazar

ÜÇ KELİME YOK!



Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nden engellileri ilgilendiren önemli bir açıklama yapıldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kanunlardaki “özürlü”, sakat” ve “çürük” ifadelerinin “engelli” olarak değiştirilmesini öngören kanunu onayladı.

Cumhurbaşkanı, 6462 sayılı “Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Yer Alan Engelli Bireylere Yönelik İbarelerin Değiştirilmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’u yayımlanmak üzere Başbakanlık’a gönderdi.

Böylece artık kanunlarda “özürlü”, sakat”, “çürük” ifadeleri olmayacak. Ayrımcılık yapan, onur kırıcı ve toplum tarafından hoş karşılanmayan ifadelerin çıkarılmasına çok yerinde bir uygulama oldu. Askerlik Kanunu’nda yer alan “çürük” kelimesi yerine de “askerliğe elverişli olmayan” ifadesi yer alacak. Çok daha iyi olacak…

Biz özürlü mü, engelli mi üzerinde kafa yorarken askerlik kanunundaki çürük ibaresine ne demeli? Bir engeli yüzünden askerlik yapamayacak kişiye çürük demek çok yersiz ve inciticiydi. “Çürük” kelimesi insanda çöpe atılacakmış gibi bir anlam yüklemiyor mu? Çürük meyve ve sebze işe yaramaz çöpe atılır. Çürük diş çekilir... Çürük çok kötü bir ifade… Neyse ki artık çürük denilmeyecek…


Bu kanunun onaylanmasıyla birlikte; Medeni Kanun, Türk Ceza Kanunu, Dernekler Kanunu, Özürlüler ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, Terörle Mücadele Kanunu, Emekli Sandığı Kanunu, Devlet Memurları Kanunu, Sosyal Hizmetler Kanunu, Karayolları Trafik Kanunu, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nda aralarında bulunduğu tam 87 kanun ve 9 kanun hükmünde kararnamede değişiklik yapıldı.

Böylece; Özürlüler Kanunu: Engelliler Kanunu, Özürlü Memur Seçme Sınavı (ÖMSS): Engelli Memur Seçme Sınavı (EMSS), Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü: Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü oldu.

Bu arada açıklanan önemli bir konuda şu; engelliler daha önce ilgili mevzuata göre aldıkları sağlık kurulu raporlarına istinaden yararlandıkları haklardan raporun geçerlilik süresince yararlanmaya devam edebilecekler. Engellilerin durumlarını niteleyen belge, kimlik, kart ve benzeri belgelerin yenilenmesi gerekmeyecek.

Uzun zamandır devam eden yeni anayasa çalışmalarında gerginlik ve sıkıntılar devam ederken iktidar ve muhalefet mevcut anayasadaki engellilerle ilgili ifadelerin düzeltilmesi için uzlaşma sağlandı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne tebrikler ve tüm engelliler adına teşekkürler…


ALİYE YÜCEL

28 Nisan 2013 Pazar

İKİ GÜN’ÜN ANLATTIKLARI



Yıllar önce okumuştum. Kütüphanemi yerleştirirken elime geçti. Şöyle bir bakınca tekrar okuma isteği duydum. Dikkatlice seyrettiğim bir filmi bir daha kolay kolay seyredemem. Ama kitap öyle değil. Hele de bazı kitaplar... Bazı kitaplar vardır okuduğunuzda çok tanıdık duygu ve düşünceler barındırır. Kambur’da benim için öyleydi. Bana göre az bilinen muhteşem hikaye kitaplarından biridir Kambur… Ve müthiş bir edebiyatçıdır Necati Tosuner.

Necati Tosuner, Kambur’da yer alan “İki Gün” adlı hikayeyle 1971 yılında TRT Öykü Başarı Ödülü’nü aldı. İki Gün’de küçük yaşta kaza sonucu bacağı kısa kalan ve bu yüzden aksayan bir adamın ruhi acılarını anlatmıştı. Bu hikayede kamburunu anlatan Necati yerine topallığını anlatan bir Remzi vardı. Hiç unutmam. Hikayeyi okuduğumda kendimle özleştirmiştim. İçim ezilmişti. Yine okudum, ne garip yine aynı hisler… Yine nasıl içimi acıttı, nasıl içimi yaktı bazı cümleleri… Yine ne çok şey anlattı bana bu hikaye…

Necati Tosuner  bu hikayede “ Ben büyük bir yazar olacaktım. Ve sakat insanları anlatacaktım, kendimi yani…”, “Bir şeye çok dikkat ederken, birçok şeyi kaçırıyorum. Ben insanların bakışlarına ve ayağımı onlardan gizlemeye dikkat ettim hep.”, “Oturur roman yazarız… Yaşadıklarımızı ve yaşayamadıklarımızı… Yazarız. ‘Bir Topal’ın Serüvenleri’. İşte adını koyduk bile. Ya da “Topal Evleniyor.” Şöyle de biter: ‘… dediysek de inanmayın.’ İyi mi?” diyordu...

Tosuner, dört yaşından bu yana omurilik eğriliği (kamburluk) ile yaşayan bir yazar... Bu nedenle kambur ya da sakat bir kişiden yola çıkarak bedensel takıntıları çok doğru anlatabilen bir edebiyatçı… Genellikle eksikliğinden kaynaklanan sıkıntılarını anlatıyor. Kanayan yanlarını gösteriyor. Bedensel engeli yazılarına acı olarak, yalnızlık olarak yansıyor. Ancak bunu bir sızlanma şeklinde yapmıyor.  Bunu yaparken duygu sömürüsü ve acındırma da yok.


Eserlerinde engellilik konusunu sosyal ve toplumsal olarak işlemiş Necati Tosuner... Yalnızlığı, sevgisizliği, çaresizliği, mutsuzluğu, acıyı, öfkeyi ve düş kırıklıklarını anlatmış... Onun anlattıkları kendi deyimiyle; bir eksik adamın gündelik ve ruhsal yaşantılarını konu alıyor. Belki de edebiyatımızda hiç kimse engelli olmanın kişiye getirdiği duygu ve düşünceleri onun kadar güzel anlatamamıştır.

Tosuner bir röportajında “Yazarlığa heves edişim kendimi anlatma isteğinden tabii. Yaşadıklarından çıkardığı şeyleri yazan birisiyim. Elbette her şeyle kendisini anlatıyor da değilim. Yazarlığa heveslendiğim zamanlara dönersem bunu daha iyi anlatabilirim. O zamanlar 20 yaşlarında toplumun içinde sakat adam diye damgalanmış bir genç olarak bu değer yargılarına karşı koymanın sanki benim için tek yoluymuş gibi yazarlığa heveslendim. Yine de ancak 3. kitabımın adını “Kambur” koyabildim.” diyor.

Birçok ödül kazanan Tosuner’in yazdıkları öyle etkileyici ki… Hemen hemen her cümlesi altını çizecek kadar, sosyal medyada paylaşılacak kadar değerli… Umarım bir gün biri, bir film olur… Eserlerini okumayan kişiler tarafından da bu sayede tanınır… Herkesin onun bir kitabını okumalarını isterdim. Eksik insanlara tam bakabilmeleri için… En çokta engellilerin okumasını isterim. Ne eksik anlamaları için…


ALİYE YÜCEL

29 Nisan 2012 Pazar

SAKATLIK İZDİVACA MANİ...


Eski Türk filmlerindeki engelliler; hep acınacak, zavallı, dışlanması gereken veya alay edilen kişilerdi. Öyle kötü bir durumdaydılar ki yaşamaları bile gereksizdi! Türk filmlerindeki sakat kalan oyuncular eşi veya sevgilisi tarafından mutlaka terk edilirdi. Ya da bir vesile ile sağlamlaşırdı! Çünkü aksini düşünmek imkansızdı. Yani sakat biri ile sağlam biri asla sevgili olamaz, evlenemezdi. Sakatlık “izdivaçlarına mani” olurdu! Hiçbir yerli filmde kör görmeden, kötürüm yürümeden “Son” yazmazdı!

Oyuncu, tekerlekli sandalyedeki veya gözleri görmeyen sevgilisini görünce ne yapacağını şaşırır, ne söyleyeceğini bilemez ve kaçar giderdi… İşin en garip yanı ise; çevresindekilerin sakatlanan kişiyi zavallı ve acınacak biri olarak görmesi değil, bu durumu yaşayan kişinin de böyle düşünmesiydi! Yani, kanıksanmış çaresizlik vardı!

“- Ben artık yarım bir insanım!”
“- Ben kör bir gencim. Rica ederim duygularımla oynamayın!”
“-Sakat bir kıza gönderilen çiçeğin şefkatten başka ne anlamı olabilir?”
“- Ben bu sakat halimle seni mutlu edemem! Sen git…”

Bu örnekler sayfalarca uzatılabilir… Filmde bu replikler, böyle bir trajedi olunca biz de şunu anlardık: Kör, koltuk değnekli ya da tekerlekli sandalyedeki bir kişiyle evlenmek ve onunla yaşamak karşı tarafı “bedbaht etmek” için yeterli bir sebeptir! Eşinden, sevgilisinden mutlaka kaçıp gitmesi ve “bu bahsi burada kapatması” gerekir! İşte Yeşilçam’ın engelliye bakışı budur!


Film izlerken pek çok kişi kendini oyuncunun yerine koyar, kendini onlarla özdeşleştirir. Gelin, şimdi Türk filmlerini izleyen engellileri bir düşünelim. Kendini yerine koyduğu kişi bir zavallı! Terk edilmeye mahkum, yaşaması bile suç! Sakat olan kişi asla sevilemez, evlenemezdi! Ancak mucizevi bir iyileşme olursa bu hakka sahip olabilirdi! Senaristler, yapımcı ve yönetmenler engellilere hep bunu gösterirdi! Bu engelliler için ne büyük bir yıkım…

Bu nedenle şimdi her seyrettiğim film ve dizilerde engelliler varsa onların nasıl sunulduğu beni çok ilgilendiriyor. Maalesef engelli olup, seyrettiğimizde mutlu olacağımız filmler çok az… Engelliyi toplumda aşağılanan, küçük görülen, acınan biri olmaktan çıkarabilmek ve olumlu bir duygu beslememizi sağlayabilmek çok önemli...

Eski Türk filmleri çok sevilir ve seyredilir. Ama engellilerin bu olumsuz sunumunu da herkes bilir. Böyle senaryo yazdıklarına ve böyle film yaptıklarına göre böyle düşünülüyor demek ki... Ne sakat bir düşünce! Oysa engelliler de herkes gibi normal bir yaşam sürdürebiliyor. Milyonlarca insan ömür boyu engelli olarak yaşıyor. Bu nedenle artık bunu yansıtan filmler ve diziler çekilmeli… Oyuncu engelliyse sevdiğinden ayrılmamalı… Sakatlık izdivaca mani olmamalı…

ALİYE YÜCEL

22 Ocak 2012 Pazar

TAHTA BACAK FRİDA! DEVAM...


(Lütfen önce “Tahta Bacak Frida!” yazısını okuyun…)
… Ve kazadan sonra aylarca yatakta yatmış… Acılarını unutmak için hep resim yapmış... Çektiği acıları, yaşadıklarını, yaşayıp isteyip yaşayamadıklarını hep resimlerinde anlatmış… Neyse ki iki yıl sonra ayaklanmış… Uzun süre alçılar ve korseler içinde hayatına devam etse de aktif siyaset hayatından bile geri durmamış… Ülkesindeki insanların devrimci mücadelesini desteklemiş... New York ve Paris’te açtığı sergiler ise sanat dünyasında büyük etki yapmış…
Artık ünlü bir ressammış ve Meksika’nın ünlü ressamı Diego Rivera ile tanışmış… Ona aşık olmuş ve evlenmişler… Ailesi bu evliliği hiç istememiş… Düğüne ailesinden sadece babası gelmiş ve damada “Kızımın hasta olduğunu ve hayatı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama güzel değildir! Bunu aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek istiyorsanız, rıza gösteriyorum” demeyi ihmal etmemiş! Diego’yla fırtınalı bir evlilik yaşamış… Çok istediği halde çocuk doğuramamış... Üstelik kocası onu kız kardeşiyle aldatmış… Boşanmışlar ve bir yıl sonra tekrar evlenmişler… Frida, kocasının hayatına etkisini  “Başıma gelen en kötü olay, yaşadığım kaza ve Diego!” diyerek anlatmıştır.
40 yaşından sonra omurgasındaki sıkıntılardan dolayı hastaneye yatmış ve 9 ay boyunca seri ameliyat geçirmiş... Açtığı sergiye doktorların yasağına rağmen hasta yatağından kalkıp gitmiş… Bu ihmali yüzünden de bacağı kangren olmuş ve kesilmiş… 1954’te yakalandığı akciğer hastalığı yüzünden de ölmüş… Öldüğünde geriye 150 kadar eser bırakmış… Son tablosunun adı da “Yaşasın Hayat”mış!
Dünyanın en büyük ressamlarından biri kabul edilen Frida Kahlo’nun hayat hikayesi işte böyle… “Bu kadar şey bu kısa hayata nasıl sığmış? Sağlam olsa kim bilir ne yapardı?” dememeli! Çünkü, o zaman Frida Kahlo olmazdı!

Frida Kahlo, kendisiyle barışık bir kadın ve hayata bakışı çok farklı… Sakatlığını, kalın kaşlarını ve bıyıklarını sorun etmemiş… Toplumun değerleri yerine içinden geldiğince yaşamış... Çektiği bedensel ve ruhi acıya rağmen hayata karşı direnmiş... “Ayaklar, uçmak için kanatlarım (!) varken, sizi neden arayayım?” diyerek ne kadar güçlü iç zenginliğine sahip olduğunu anlatmış… Belki de hiç kimse acılarını, acındırmadan (!) onun kadar güzel anlatamaz.
Frida “Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım” diyerek hayatını anlamlı ve sade bir şekilde özetlemiştir. Yaptığı resimler kadar yazdıkları da çok etkileyici… Yaşadığı acılarla tuttuğu günlüğünde öyle güzel cümleler var ki… “Nehir akıyor diye kıyılarının sıkıntı çektiğine, yağmur yağıyor diye dünyanın sıkıntı çektiğine, enerjisini salarken atomun sıkıntı çektiğine inanmıyorum! Benim için her şeyin doğal bir telafisi vardır. Üstlendiğim zor ve anlaşılması güç rolde ödülüm, kırmızı bir yığın içinde yeşil bir noktadır. Dengedir benim ödülüm…” demiştir.
İsmini duyunca gözümün önüne anlamlı yüzü ve rengarenk görüntüler geliyor. Resimlerindeki karmaşa ve renklilik hayatın tüm zorluğuna rağmen ne kadar da güzel olduğunu anlatıyor. Her şeye rağmen ayakta kalmak gerektiğini gösteriyor!

ALİYE YÜCEL


20 Kasım 2011 Pazar

MALİK'İN HİKAYESİ



Dizi izlemeyi severim. Pek çok dizi başlamadan önce basın ve ekran tanıtımlarını gördüğümde mutlaka bakarım. Hayat Devam Ediyor dizisi için de önceden bilgim vardı. Gerek yönetmeni, gerek konusu ve gerekse oyuncu kadrosu mutlaka seyretmeliyim düşüncesini uyandırdı. Diziyi seyrettim. Mahsun Kırmızıgül filmlerindeki gibi yine güzel bir iş çıkarmış… Ancak dizide beni etkileyen farklı bir unsur daha oldu. “Küçük insanların büyük hikayesi” sloganıyla yola çıkan dizide birçok hikayenin yanı sıra bir engelli hikayesi de vardı!
İsmail’in yedi çocuğundan biri olan bir kolu sakat olan Malik’in hikayesi…
Karakter tanıtımında: “Malik: İsmail ve Cennet'in 20 yaşındaki oğlu… Yıllar önce babasının neden olduğu kaza nedeniyle bir kolu sakat kalmış. Sakatlığının onda açtığı psikolojik yaralar ve ailesinin geçimine herhangi bir katkıda bulunamadığı düşüncesi onu iyiden iyiye içine kapanık ve sıkıntılı bir karaktere dönüştürmüş…” diye anlatılıyor.
Malik karakterini Serkan Şenalp canlandırıyor. Genç oyuncu rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. Oyunculuk aşkı insanı ne hallere koyuyor. Gerçekten bir elinin çolak olduğuna insanı inandırıyor.
Dizideki diğer hikayelerin arasında geri planda kalan Malik’in hikayesini bir başka gözle izledim. Algıda seçicilik böyle oluyor… İşte! Malik karakteri ile ilgili izlenimlerim:
Malik, ağabeyi tarafından yapmaya çalıştığı işi “Tek kolla değil iki kolla çek!..”,“Tek kolunla erkeklik mi yapmaya başladın?”,“Kolsuz kahraman…”, “Sağlam kolunu da ben kırarım!” gibi özrüyle ilgili hakarete uğruyor ve küçümseniyor.
Ağabeyi Malik’le ilgili olarak babasına “Bu mu senin tek oğlun? Tek ama yarım işte!” diyerek engelli birinin yarım insan olarak kabul edildiği gerçeğini gösteriyor.

Dedesiyle geçen diyalogdan ise dedesinin Malik’e değer verdiğini, kendi durumuyla ilgili gerçekleri onunla paylaştığını görüyoruz.
Malik’in, babasının kardeşine alamadığı pembe ayakkabıları, biriktirdiği parayla alması… Kendi vermeyip babasına getirip, vermesini istemesi… Ve babasının kardeşlerinin yanında üzülmesini de istemeyecek kadar hassas olması insanı çok etkiliyor. Babası da “Ben olmasam, onların babası sensin…” deyip onu önemsiyor.
Töre nedeniyle kız kardeşini öldürme işi Malik’e kaldığında ise üvey annesi; “Erkekliğin ne oldu? Eğer içinde az bir erkeklik varsa öldürürsün… Yok, eğer vuramam, sakatım (!) diyorsan o başka! Şimdiye kadar yarımdın! Tam erkek olmak istiyorsan bu namusu temizlersin!” diyerek onu en hassas yerinden vurmaya çalışıyor.
Malik, “Herkes görecek benim ne kadar erkek olduğumu!” diyerek kardeşini öldürmek üzere yola koyuluyor. Ancak “Eksikliğimden beni kurtar!” diyen kardeşine “Yüzüme bakan herkes beni eksik saydı! Ama ben diğer elimi keserim, yine seni vuramam!” diyerek ne kadar sağduyulu olduğunu gösteriyor.

İlk bölümden bu kadar… Gelecek bölümden itibaren İstanbul’da devam edecek dizinin genel özetinde “Bir kolu sakat olan sessiz Malik’in şehirde giderek erozyona uğraması…” şeklinde bir cümle var. Umarım Malik rolünde, engellinin olumsuz değil de, hep olumlu sunumlarıyla karşılaşırız.   


 ALİYE YÜCEL